
- Mısır Çarşısı:
Mısır Çarşısı, İngilizcede Baharat Pazarı olarak da bilinmektedir. Haliç’in girişindeki Eminönü mahallesinde, Yeni Cami’nin hemen arkasında yer almaktadır. Çarşı aslen ahşap olarak 17. yüzyılın ortalarında mimar Kazım Ağa tarafından yapılmıştır ve son restorasyonları kırklı yılların ortalarında gerçekleşmiştir. Bir zamanlar burada baharat satan Mısırlılardan ve Mısır’da tarh edilen vergilerin burada toplanmasından dolayı adı bu şekilde kalmıştır. İngilizcedeki adı ise insanların Çarşı’da baharat, ot, tıbbi bitki ve ilaç satışıyla uğraştığı günlere dayanmaktadır. Son zamanlarda baharat dışında şeyler satan dükkanlar da bulunsa da hâlen pek çok ilginç baharatı, kuru meyve ve yemişi, çayları, yağları, esansları, tatlıları, bal peteklerini ve afrodizyakları görüp koklayabilirsiniz.
Baharat Pazarı’nın içinde 86 tane dükkan bulunmaktadır. Dışında bir yanda çiçek pazarı, diğer yandaysa gıda pazarı mevcuttur. L şeklindeki çarşının 6 adet giriş kapısı bulunmaktadır. Tavanı Kapalıçarşı’nınkine oranla daha yüksektir ve ayrıca kubbelerle kaplıdır.
Ramazan’da her zamankinden daha renkli ve canlı olan Mısır Çarşısı’nı gezmeyi unutmayın.

- Boğaz Turu:
Geniş bir alana yayılan ışıltılı İstanbul Boğazı, İstanbul’un Avrupa ve Asya yakalarını birbirinden ayırmaktadır. Bu baş döndürücü şehri Boğaz’dan devamlı geçen çok sayıda vapur veya tur teknesinin birinden seyretmek, bu ziyaret noktasına yeni bir boyut kazandırmaktadır.
Üstünden geçen üç adet büyüleyici asma köprüye sahip olan ve Karadeniz ile Marmara Denizi’ni birbirine bağlayan Boğaz’ın canlı suları yoğun bir ticari nakliyat rotası oluşturmaktadır. İstanbul’u suyun üzerinden seyretmek bu muhteşem şehrin tartışmasız en güzel panorama görüntüsünü sunar; Asya ve Avrupa manzaralarının, efsanevi saraylar, büyüleyici camiler ve heybetli kamu binalarının sıralandığı kıyıların yanı sıra metropolden uzaklaştıkça karşınıza çıkmaya başlayan küçük körfezlere ve balıkçı köylerine hayat verir. Farklı mevsimler ve hatta gün içindeki farklı zaman dilimleri bile bakış açınızı değiştirip güzelleştirebilir.

- Sultanahmet Camii:
Mavimsi iç dekorasyonundan dolayı çoğu turist tarafından Mavi Cami olarak bilinen ve eski şehir merkezindeki Bizans Hipodromu’nun hemen yanında yer alan Sultanahmet Camii, İstanbul’un en önemli camisidir. 1609 – 1616 yılları arasında Osmanlı padişahı I. Ahmet tarafından Ayasofya’ya rakip olması için ona bakacak şekilde yaptırılmıştır. Mimarı; şair, kakmacı ve aynı zamanda büyük Mimar Sinan’ın öğrencisi olan Sedefkâr Mehmet Ağa’dır.
O zamanlarda inşa edilen bütün büyük ve önemli camiler gibi Sultanahmet Camii de külliye olarak inşa edilmiş olup içinde bir medrese, imparatorluk tekkesi, fakirler için aşevi, bakım işleri için para toplamak amacıyla pazar dükkanları ve küçük bir kütüphane bulunmaktadır. İstanbul’da 6 minaresi olan tek cami budur. Bunlardan dördünde üçer, ikisinde ikişer balkon olmak üzere döner merdivenlerle (halka kapalı) çıkılan toplamda 16 adet balkonu vardır.
Caminin 3 girişi olmakla birlikte içine girenler çiçekli ve geometrik iç dekorasyonu ile 21 binden fazla Iznik (Nicea) çinisinin, yaklaşık 260 tane vitraylı penceresinin ve Kuran’dan ayetler içeren hat sanatının güzelliği karşısında hayrete düşmektedir. Cami genellikle gün içinde ziyaretçilere açık olup namaz saatlerinde kısa süreliğine kapalı olmaktadır. Yaz gecelerinde caminin yanı başındaki parkta ışık ve ses gösterileri düzenlenmektedir.

- Topkapı Sarayı:
Çok sayıda yazılı kaynak Topkapı Sarayı’nın yapımına 1459 yılı civarında başlandığını belirtmektedir. Saray yaşayan bir organizma gibi hep büyümeye ve değişmeye devam etmiştir. Topkapı Sarayı belirli bir plana göre inşa edilip tamamlanmış bir yapı değildir. Dolmabahçe Sarayı’nın inşa emrini verip Topkapı Sarayı’nı tamamıyla terk eden Sultan Abdülmecid’in saltanatı sırasında bile burada Mecidiye Köşkü inşa edilmiştir. Padişahların kalması için yaptırılan köşklerin dışında saray muhafızları için odalar, saray hanedanı için oldukça geniş bir mutfak, saray çalışanları için yatak odaları, şura toplantılarının yürütüldüğü Kubbealtı gibi pek çok başka yapı da bulunmaktadır.
Peygamber ve halifelerine ait eşyaların muhafaza edildiği Hırka-i Saadet Odası, Gülhane Hastanesi, Sultan III. Ahmet Kütüphanesi, Enderun Mektebi, Hazine Dairesi, padişahın atları için bir ahır ve aynı zamanda cephanelik olarak da kullanılmış olan Aya İrini Kilisesi de sarayın arazisinde bulunmaktadır. Topkapı Sarayı 19. yüzyılın ortalarında terk edilmiş ve devletin merkezi olarak işlevini yitirmiştir. Saray 1924’te müzeye dönüştürülmüştür. Saray koleksiyonuna ait silahlar bugün Hazine Dairesi’nde sergilenmektedir.

- Rüstem Paşa Camii:
Rüstem Paşa Camii bazılarının minyatür Sultanahmet Camii olarak tanımladığı ama onun kadar kalabalık olmayan gizli cevherlerden biridir. Bulması biraz zor olsa da kesinlikle yorulduğunuza değecektir. İç mekanının büyüleyici güzelliği karmakarışık bir ortamda küçük bir vahaya rastlamanın verdiği hisle eşdeğerdir.
Ünlü Osmanlı mimarı Mimar Sinan tarafından, Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamı Rüstem Paşa için tasarlanmıştır. Ancak kendisi, 1563 yılında tamamlanan yapıyı göremeden 1561’de ölmüştür. Bu camiyi diğerlerinden ayıran şey, Türkiye’nin meşhur İznik çinileriyle kaplı olan görkemli iç mekanıdır. Bu karmaşık şekilde tasarlanmış mavi çiniler çok çeşitli çiçek motiflerine ve geometrik desenlere sahiptir.
Söz konusu Sadrazam, son yıllarda meşhur olan ve Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatını anlatan Türk televizyon dizisi Muhteşem Yüzyıl ile popüler kültüre yeniden giriş yapmıştır (Rüstem Paşa Süleyman’ın kızlarından biriyle evliydi).

- Kapalıçarşı:
İstanbul’un en eski çarşısı olan bu çarşıda 30.700 metrekarelik bir alana yayılmış olan 3.600’den fazla dükkan bulunmaktadır. Kapalıçarşı her daim gün boyu kalabalıktır. Zanaatkarlar müşterileri ısrarla dükkanlarına çağırmaktadır. Türkiye’de üretilen ve Türkiye’den ihraç edilen ürünlerin neredeyse tamamı büyük dükkanlarda satılmaktadır.
El yapımı halılar ve takılar Türk sanatının değerli örneklerindendir. Hepsi kalite belgesiyle satılmakta ve tüm dünyaya ihraç edilmektedir. Türk gümüşü, halılar ve takılar, bakır ve bronz hediyelik eşyalar, dekoratif eşyalar, seramikler, oniks ve deriden yapılan ürünler, yüksek kaliteye sahip Türk hediyelik eşyaları zengin bir koleksiyon oluşturmaktadır.

- Hipodrom:
İstanbul, Sultanahmet’te bulunan Konstantinopolis Hipodromu çoğunlukla at arabası yarışlarının yapıldığı halka açık bir alandı. “Hipodrom” sözcüğü Yunancada at anlamına gelen “hippos” ve yol anlamına gelen “dromos” sözcüklerinden gelmektedir. Konstantinopolis Hipodromu aynı zamanda gladyatör dövüşleri, resmi törenler, kutlamalar, protestolar, suçluların işkence görmesi gibi pek çok olayın gerçekleştiği bir yerdi. Hipodrom Roma (M.S. 203-330), Bizans (M.S. 330-1453) ve Osmanlı (1453-1922) dönemlerinin hepsinde faaliyet göstermiştir.
Hipodromun kapasitesi yaklaşık olarak 40.000 kişilikti ve toplumun tüm erkek üyelerine açık olmakla birlikte ücretsizdi. Hipodromda bir günde en az sekiz farklı oyun düzenlenebiliyordu ve yapı ayrıca imparatorluğun gücünün de bir simgesi olarak kullanılmaktaydı. Hipodrom, imparatorluğun dört bir yanından getirtilen anıtlarla süslenmişti. Dünyanın dört bir yanından getirtilen bu kent simgeleri ve anıtlarla Bizans İmparatorluğu, gücünü ve üzerinde hüküm sürdüğü binlerce kilometre uzunluğundaki toprakları gururla sergiliyordu.
Hipodrom ayrıca Osmanlılar tarafından da kullanılmaktaydı. Onlar buraya At Meydanı adını vermiş olsalar da yapıyı yalnızca bir meydan olarak kullanmışlardır. 16. yüzyılda İbrahim Paşa Sarayı’nın, 17. yüzyılda ise Sultanahmet Camii’nin inşaatlarının başlaması hipodroma hasar vermiştir. Sonraları hipodrom on sekizinci yüzyılın ortalarından itibaren terk ve tahrip edilmiştir. Günümüzde bu alan Sultanahmet Meydanı olarak bilinmekte olup hipodromun zemin planını ve boyutlarını takip etmektedir.

- Ayasofya:
Bugün halen ayakta olan yapı aslında bu alana kurulmuş olan üçüncü kiliseydi. M.S. 360 ve M.S. 415 yıllarında yapılmış olan ilk ikisi, Bizans’ın sıkıntılı dönemlerinde yerle bir edilmiştir. İmparator Justinianus mevcut yapıyı altıncı yüzyılda Kudüs’teki Süleyman Mabedi’ni geride bırakacak bir Rum Ortodoks Kilisesi olarak yetkilendirdi. Yaklaşık bin yıl boyunca dünya üzerindeki en büyük Hristiyan kilisesi olarak kalan yapıyı dikmek için aşağı yukarı 11.000 kişilik insan gücü ve beş yıl gerekmiştir. 1204’te Haçlıların Konstantinopolis Patriği’nin yerine bir Latin piskoposu getirmesinden dolayı orijinal kutsal emanetlerin çoğu bugün Venedik’teki Aziz Mark Bazilikası’nda bulunabilir.
Konstantinopolis’in Osmanlı Türkleri tarafından 1453’te ele geçirilmesi ve beraberinde gelen yağmaların ardından Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’yı cami olarak ilan etmiş ve bir sonraki cuma günü namazını orada kılmıştır. Cami olarak Ayasofya dünyadaki İslami tapınakların en kutsallarından biri olarak kabul edilmekteydi. Yapı ayrıca yaklaşık 500 yıl boyunca İstanbul’un baş camisi olarak faaliyet göstermiş ve Sultanahmet, Süleymaniye ve Rüstem Paşa camileri de dahil olmak üzere çok sayıda başka cami için de bir model olarak kullanılmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Bakanlar Kurulunun emriyle Ayasofya 1935’te müze olarak açılmıştır. Bugün yapı günde yaklaşık 10.000 kişi tarafından ziyaret edilmektedir ve Türkiye Turizm Bakanlığı yapının 2013’te 3 milyondan fazla ziyaretçi aldığını açıklamıştır.

- Kariye Müzesi:
Hora Kilisesi veya Türkçedeki adıyla Kariye Müzesi, Bizans mozaik sanatının en iyi örneklerinden birine ev sahipliği yapmaktadır. Müze bugün Haliç’in üzerinde yükselen Edirnekapı şehir surlarının yakınındaki Kariye mahallesinde yer almaktadır. Esasen bir Hristiyan kilisesi olan yapı Osmanlıların Konstantinopolis’i fethetmesinden sonra camiye dönüştürülmüştür ve cumhuriyetin ilanından sonra müze olmuştur.
Kilise esasen 5. yüzyılın başlarında Konstantinopolis’in ilk surunun dışına inşa edilmiştir ve Hora (Chora) ismi de Yunancada “kırsal kesim” anlamına gelmektedir. Yapı önceleri şehrin hemen dışında yer alan küçük bir manastırdı ve orijinal adı Azize Kurtarıcı Hora Kilisesi’ydi. Sonraları kilise depremler sonucunda yıkıldı ve şehir surlarının mahallenin Konstantinopolis sınırları içerisinde kalmasını sağlayacak şekilde genişletilmesinin ardından bölgede yerleşimin yeniden başlamasına kadar yüzyıllar boyunca terk edilmiş bir yapı olarak kalmıştır.
Kariye Müzesi İtalya’nın Ravenna şehrindekilere benzeyen ve İstanbul’daki en iyi Bizans mozaikleri olan mozaiklere sahiptir. Narteks ve iç nartekste yer alan pek çok mozaik, Eski ve Yeni Ahit’ten alıntılarla İsa ve Meryem’in hayatını tasvir etmektedir. Rengarenk ahşap evleriyle müzenin dışında yer alan geleneksel Osmanlı mahallesi de gezebileceğiniz en ilgi çekici yerlerden biridir.

- Yerebatan Sarnıcı:
İstanbul’daki en eski ve görkemli yapılardan biri olan Yerebatan Sarnıcı Ayasofya’nın güneybatısında yer almaktadır. Bizans İmparatoru I. Justinianus (527-565) için yaptırılan bu büyük yer altı su deposu, yerin altında bulunan mermer sütunlarından dolayı halk arasında “Yerebatan Sarnıcı” olarak bilinmektedir. Sarnıcın yerinde eskiden bir bazilika bulunduğu için Bazilika Sarnıcı olarak da adlandırılmaktadır.
140 m uzunluğunda ve 70 m genişliğinde devasa bir yapı olan sarnıç, dikdörtgen şeklinde bir alanı kaplamaktadır. 52 basamaklı bir merdivenle ulaşılan sarnıçta her biri 9 m yüksekliğinde olan 336 tane sütun bulunmaktadır. 4,80 m aralıklarla dikilen sütunlar 12 sıra halindedir ve her bir sırada 28 sütun bulunmaktadır. Sarnıcın kiriş aralığı sütunlar ve onların kemerleri ile desteklenmektedir. Çoğu eski yapılardan toplanan ve çeşitli mermer türlerinden yontulan sütunlar çoğunlukla tek bir parçadan meydana gelmekteyken bir tanesi iki parçadan oluşmaktadır. Bu sütunların baş kısımlarının bazı bölümlerinde farklı özellikler yer almaktadır. Sütunlardan 98’i Korint üslubunu yansıtırken bir kısmı da Dor üslubunu yansıtmaktadır. Sarnıcın 4,80 m yüksekliğinde tuğla duvarları vardır ve zemini tuğlalarla kaplanmış olup su geçirmemesi için tuğla tozundan bir harç ile kalın bir tabaka halinde sıva yapılmıştır. Toplamda 9.800 metrekare alanı kaplayan sarnıcın tahmini 100.000 tonluk bir su depolama kapasitesi vardır.

- Dolmabahçe Sarayı:
Günümüzde Dolmabahçe Sarayı’nın bulunduğu yerde bir zamanlar ahşaptan bir saray ve Osmanlı hanedanına ait konutlar ile köşkler yer almaktaydı. Tüm bu yapıların yerine II. Mahmut döneminde yeni bir saray yaptırılmıştır. Bir zaman sonra Abdülmecit bu yapıyı yıktırmış ve 1853’te beş milyon altın lira karşılığında mimar Karabet Balyan’a bugünkü sarayı inşa ettirmiştir. On beş bin metrekarelik bir alana inşa edilen sarayın mimari üslubu, 19. yüzyılın oldukça süslü üslubundan etkilenmiştir.
Deniz tarafından bakıldığında sarayın ortasında yer alan uzun bir tören alanı ve onun iki yanında üstü kapalı geçitlerle birbirine bağlanan daireler görülebilir.

- Miniatürk:
Antik çağlardan Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarına kadar bu kadim topraklarda hüküm süren ve izler bırakan medeniyetlerin zengin mimari mirasını bir noktada buluşturan Miniatürk’ün yapımı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. tarafından 2 Mayıs 2003’te tamamlanmıştır.
Miniatürk’te 62’si İstanbul’dan, 60’ı Anadolu’dan ve 13’ü Türkiye dışındaki Osmanlı topraklarından gelen ve binlerce mimari eser arasından ünlerine göre seçilmiş olan toplamda 135 model bulunmaktadır. Tüm modeller, yapıların gerçek boyutlarının 1/25’i kadardır.
Gücünü ve güzelliğini 3.000 yıllık medeniyetten alan Miniatürk, sevimli bir park olmanın yanı sıra bir kültürel ve sosyal sorumluluk projesidir. Genç kuşaklar Miniatürk’te medeniyetlerin derin köklerini keşfedecektir.
Miniatürk İstanbul’da yerli ve yabancı turistlerin ilk olarak ziyaret ettiği adreslerden biri olmakla birlikte hızlı ve şahane bir Türkiye turu deneyimi yaşamak isteyenler için de ideal bir yerdir. Kısacası Miniatürk, Türkiye’nin vitrinidir.

- Pierre Loti Tepesi:
“Loti” ismi egzotik bölgelerde yetişen egzotik bir çiçeğin adından gelmektedir. Peki Pierre Loti kimdir?
Katkılarından ötürü Türk halkının sempatisini kazanan Pierre Loti ünlü “Aziyade” romanının yazarı olan bir Fransızdı. Aziyade’nin Pierre Loti’nin bir zamanlar aşık olduğu Osmanlı kadınının ismi olduğu söylenir. Pierre Loti’nin anısına ismi, kendisinin Osmanlı İmparatorluğu’na olan katkılarından dolayı pek çok yere verilmiştir.
Ayrıca bu özel tepe, güney yamaçlarında büyük bir tarihi mezarlığa yer vermektedir. Bu mezarlığın içerisinde pek çok ünlü paşanın, sultanın ve yazarın türbesi veya mozolesi bulunmaktadır.
Tepede Haliç’in Eyüp’ten Eminönü’ne kadar mükemmel bir manzarasını sunan bir çay bahçesi de yer almaktadır. Tepenin peyzajı öylesine muhteşemdir ki en yüksek noktasından bakıldığında rüya gibi yerler görmeniz mümkündür.
Burada ayrıca uğrayabileceğiniz pek çok kafe, restoran ve Türk çayınızı yudumlarken nargilenizi içebileceğiniz “nargile kafeler” bulunmaktadır.
Öyleyse çayınızı elinize alın, arkanıza yaslanın ve bu benzersiz havayı içinize çekerek rahatlayın.

- Kızkulesi:
Kızkulesi, Üsküdar’daki Salacak semtinin kıyısının 150-200 metre açıklarında yer almaktadır. Kızkulesi’nin ne zaman inşa edildiği belirsiz olsa da bazı kaynaklarda mimari üslubunun M.Ö. 340 civarına tarihlendiği söylenmektedir.
Kızkulesi’nin eski isimleri Damalis ve Leandros’tu. Damalis, Atina kralı Kharis’in karısının ismidir. Damalis ölünce oradaki kıyıya gömülmüştür ve ismi kuleye verilmiştir. Bizans döneminde kule “küçük kale” anlamına gelen “arcla” adıyla da bilinmekteydi.
İstanbul’un Osmanlı Türkleri tarafından fethedilmesinin ardından kule yıkılmış ve yerine ahşap bir kule dikilmiştir. Bu ahşap kule 1719’da çıkan bir yangında yok olmuştur. Sonrasında şehrin baş mimarı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından taştan bir kule olarak tekrar inşa edilmiştir.
Kızkulesi tarih boyunca ticaret gemilerinden vergi toplama alanı, savunma kulesi ve deniz feneri olarak pek çok farklı amaçla kullanılmıştır. 1830’daki kolera salgını sırasında karantina hastanesi ve radyo istasyonu olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet Dönemi’nde kısa bir süreliğine tekrardan deniz feneri olarak kullanılmıştır. Kule 1964 yılında Milli Savunma Bakanlığına ve ardından 1982’de Deniz İşletmelerine devredilmiştir. Pek çok restorasyon geçirmiş olan kule, günümüzde özel bir şirketin mülkiyetinde halka açık bir restoran olarak faaliyet göstermektedir.

- Çamlıca Tepesi:
Boğaz’a ve Marmara Denizi’ne bakan iki tepesiyle Çamlıca, İstanbul’daki en sevilen gezinti yerlerinden biri olmakla birlikte şehrin en yüksek ve en büyüleyici noktalarından da biridir. Büyük Çamlıca ve Küçük Çamlıca olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Büyük Çamlıca deniz seviyesinden 267 metre, küçük kısım ise 228 metre yükseklikte yer almaktadır.
Osmanlı döneminde Çamlıca Tepesi ve İstanbul’un diğer birkaç tepesi şahin, doğan ve gökdoğan gibi av kuşlarının yetiştirilmesi için kullanılmıştır. Mezarı Çamlıca’da bulunan İvaz Fakih, o dönemlerde yaşamış olan bir din insanı ve gökdoğan yetiştiricisiydi. Tepe Gökdoğan Tımar Alanı olarak önce kendisine, daha sonra Doğancıbaşı ve Şahincibaşılara devredilmiştir.
Tarihi ağaçlar, muazzam bitki örtüsü, lale başta olmak üzere rengarenk çiçekleri ve serin esintisi ile Çamlıca, Boğaz’ın ve şehrin muhteşem panoramasının tadını çıkarmak isteyen pek çok yerli ve yabancı turisti çekmektedir. Tepe ayrıca İstanbul’da göçmen kuşların gözlemlenebileceği en iyi konumlardan biridir. Dünyanın dört bir yanından kuş gözlemcileri özellikle ekim ve kasımda veya bahar aylarında kuşları izlemek için buraya gelmektedir.
